SÜLEYMAN HiLMi TUNAHAN HAZRETLERİ

İstanbul

(d.1888 / ö.1959)

Süleyman Hilmi Tunahan Hazretleri, hicri 1304 (m.1888) yılında Silistre'de dünyaya geldi. Dedeleri İdris Bey'e dayanan şerefli ve soylu bir ai­ledendir. İdris Bey, Fatih Sultan Mehmed Han tarafından Tuna Hanı olarak atanmış ve üstelik de kendisine kız kardeşi tezviç edilmiş bir zattır. Süleyman Efendi'nin dedeleri Kaymak Hafız adıyla bilinen bir zat olup 110 yaşına doğru vefat etmiştir. Babası Osman Efendi ise, tahsilini İstanbul'da tamamlamış ve Silistre'nin Satırlı Medresesi'nde yıllarca müderrislik etmiş, maruf bir zattır. Süleyman Efendi ilk tahsilini Satırlı Medresesi'nde ve Silistre Rüşdiyesi'nde yaptı. Daha sonra tahsilini tamamlamak üzere babası tarafından İstanbul'a gönderildi. Babası kendisini İstanbul'a gönderirken: "Oğlum! Usul-ü Fıkıh ilmine çok çalışırsan dininde kuvvetli olursun. Mantık ilmine çok çalışırsan ilminde kuvvetli olursun" diye tavsiyede bulundu. İstanbul'da Fatih dersiamlarından ve devrin meşhur âlimlerinden Bafralı Ahmed Hamdi Efendi'nin derslerine oturan Süleyman Efendi, Ahmed Hamdi Efendi'den birincilikle icazet aldı. Daha sonra o zamanın deyimi ile "Dersiam" (Profesör) olarak yetişmek, yani ihtisasını yapmak üzere Süleymaniye Camii medreselerinden "Medresetü’l-Mütehassısîn"in tefsir ve hadis kısımlarına girip oralardan da birincilikle mezun oldu. Süleymaniye medreselerine girmeden önce "Medresetü'l-Kuzat" (Kadı yetiştiren medrese)'nin giriş sınavını birincilikle başardı. Fakat bunu büyük bir sevinçle pederine bildirdiği zaman ondan aldığı telgraf şu oldu: "Süleyman! Ben seni Cehenneme göndermek için İstanbul'a gönderme­dim." Babası bu telgraf ile kendisine, Peygamber Efendimiz (s.a.v.)'in "üç ka­dıdan ikisi cehennemde, birisi cennettedir" mealindeki hadis-i şerifini hatırlat­mış oluyordu. Süleyman Efendi, babasına verdiği cevapla, kendisinin asla kadılık (hâkimlik) mesleğine girmeye niyetli olmadığını; amacının, bütün zahirî din ilim­leri alanında kemale ermek olduğunu bildirdi ve Süleymaniye Medresesi'nin tefsir ve hadis kısmından icazetini alıp "Dersiam" olduğu gibi, Medresetü'l-Kuzat'tan da iyi derecede diploma alıp, kadılık rütbesine ulaştı. Böylece devri­nin naklî ve aklî ilimlerinden en yüksek dereceyi kazanmış oluyordu. Süleyman Efendi Hazretleri, tahsili sırasında yüksek zekâ, çalışkanlık ve takvasıyla talebeler arasında temayüz ederek hocalarının dikkat nazarlarını üze­rine çekmesini bildi. İlim tahsili hususunda iradesini o derece zorladı ki, mübarek burnundan okuduğu kitapların üzerine zaman zaman kan damladığı olurdu. Yine bu hu­susta uyku ile şiddetle mücadele eder. Uykusunun kaçmasını temin için her gün çok kere fazla miktarda kahve içerdi. Kış günlerinden penceresinden uzanarak aldığı bir parça karı, avucunun içinde sıkar, ensesine ve gömleğinin yakası arasına koyardı. Bu suretle uyku­sunu kaçırmaya çalışırdı. Bütün bunlarla Süleyman Efendi Hazretleri, manevî evlatlarına ilim tah­silinin zor olduğunu, ancak her türlü sıkıntıya göğüs gererek ilim tahsiline gayret etmenin gereğini muhteşem bir misal olarak bizzat anlatmak isterdi. Ne garip bir tecellidir ki. Süleyman Efendi'nin dersiamlık (öğretim üye­liği) icazetnamesini almasından sonra çok geçmeden TBMM kuruldu. Saltanat kaldırıldı. Osmanlı Devleti tarihe gömüldü. Son Osmanlı Sultanı Mehmed Vahidüddin, dedelerinin vatan eylemek uğruna 600 yıldan beri kanları pahasına mücadele ettikleri topraklardan sürüldü. Çok geçmeden Cumhuriyet ilan edildi. Tevhid-i Tedrisat Kanunu yürürlüğe girdi. O tarihte 500–520 civarında bulunan dersiam orta yerde kalıverdi. Bir çırpıda öğretim üyelikleri son buldu. Bu zatlara emekli muamelesi yapılacak, bir kısmı da vaaz olanları kabullenmiş gözüküyordu. İçlerinden Süleyman Efendi'nin arkadaşlarım şu şekilde uyarmaya çalıştığı görülmektedir: "Ey dersiamlar! Sizler bu memlekette, bu gün için dinin teminatlarısınız, ikişer, üçer kişi oturup, insanlara dini ve din ilimlerini öğretirseniz, asgari elli sene, bir iki nesil boyu, İslam'ın ömrünü uzatmış olacaksınız. Bunu yapmazsa­nız, huzur-ı ilahîde mesuliyetten yakanızı kurtaramazsınız." Süleyman Efendi Hazretleri'nin bu çağrısı arkadaşlarınca beklenen tasvi­bi görmedi. Kendisi de diğer arkadaşları gibi vaiz olarak tayin edilmiş oldu. Olanları kabullenemeyen Süleyman Efendi, arkadaşlarının çoğunu da içine alan aşağıdaki mealde: "Biz aşağıda isim ve imzaları bulunan dersiamlar, hükümetimizin Harb-i Umumî gibi büyük bir felaketten çıkması dolayısı ile malî müzayaka (sıkıntı) içinde bulunduğunu dikkate alarak, dinî ve İslamî ilimleri fariziyyen okutmaya hazır olduğumuzu bildiririz" şeklinde devam eden bir telgraf çekmeye ikna edilebildi. Fakat cevap olarak gelen telgraf gayet açıktı: "Memlekette Tevhid-i Tedrisat Kanunu yürürlüktedir. Hilafına hareket, şiddetle cezayı müstelzimdir." Böylece Süleyman Efendi Hazretleri'nin 500 arkadaşı gibi dersiamlığı son bulmuş ve kendisi de vaiz olarak tayin edilmiştir. Tahsis edilen maaş 40 li­radır. Din ilmini geçim aracı sayanlar, Süleyman Efendi ve benzerlerine şöyle akıl vermekten geri kalmadılar: "Artık hocalıkta bize ekmek kalmadı. Bize tevdi edilecek yeni mesleklere gidelim." O, bütün kararlılığı ile öyle düşünenlere şöyle cevap veriyordu: "Efendiler! Hocalık bir meslek, bir ekmek teknesi değildir. Hocalık, Al­lah'ın, Resulüllah'ın, Kitabullah'ın ve din-i mübin-i İslam'ın tebliğ memurlu­ğudur." Süleyman Efendi Hazretleri 1926 yılında doğduğu yer olan Ferhatlar'a ziyarette bulundu. Bu ziyareti kırk gün kadar sürdü. Çocukluğunda bir Osmanlı beldesi olan bu yerler artık bir Bulgar ülkesi idi. İçinde duyduğu acıyı tarife imkân yoktur. 1928 yılında muhterem babası Osman Efendi vefat etti. O ta o günlerden itibaren talebe okutmayı aklına koymuştu. Sıra müsait bir ortam yakalamaya gelmişti. O sıkıntılı günlerini şöyle anlatıyor: "Okutma imkânı yoktu. Ne yazık ki okuyan dahi bulamadım. Bir zaman geldi, mebus maaşı kadar para verip talebe okutmak istedim, bulamadım. Para­yı alıp kaçıyorlardı, çünkü korkuyorlardı. O zaman ümidim kırıldı. Bu ilimler yeryüzünden kaybolacak diye korkuyordum. Bunun üzerine kızlarımı okutma­ya başladım. İleride torunlarım olursa onlara öğretirler ve böylece bu ilimler yeryüzünden kaybolmaz, dedim. Fakat sonradan Cenabı Hakk sebepler halketti ve okutma imkânı buldum. Yaşlılardan başladık, gençler daha sonra geldi ve şimdi yürüyor. Bütün bunlar, Cenabı Hakk'ın bize lütfüdür." 1949 yılında resmî Kur'an kurslarının açılmasına izin veren kanunla, ni­zamlı, intizamlı, yerleşik olarak başlayan teşkilatlanmalar, 1950 yılı Demokrat Parti iktidarının getirdiği nispeten rahat ortamda, hızla inkişaf etti. Zavallı, birkaç kuruşla kandırılmış, bir avuç ayyaş ve meczub, bunlardan daha da aciz bunlara bel bağlamış birkaç bürokrat... 1957 yılında Bursa Ulu Cami'de, hutbe esnasında, tekbirler getirerek olay çıkarıyorlar. Güya Mehdi ta­rafından gönderilmişler, cihad başlatmışlar ve şeriatı getiriyorlarmış. Yakalan­mışlar karakola götürülmüşler. Ayyaşlar, karakolda verdikleri ifadede, kendile­rinin İstanbul'da bulanan Süleyman Hilmi Tunahan tarafından gönderildikleri­ni ve onun müritlerinden olduklarını söylüyorlar. Bu sırada Kütahya'da bulunan Süleyman Efendi, polis marifetiyle yaka­lanıp hapse gönderiliyor. 59 gün, "Medrese-i Yusufiyye" de hizmet ettikten sonra mahkemeye çıkarılıyor. Süleyman Efendi tarafından gönderildiklerini id­dia eden zavallılar, hâkimin: "Söyleyin bakalım, Süleyman Efendi, bunlardan hangisi?" sorusuna: "Süleyman Efendi burada yok