Akşemseddin Hazretleri
(d.1389 / ö.1458)
792 (m.1389–90) yılında Şam'da dünyaya geldi. Yedi yaşında iken babasıyla Anadolu'ya gelip Amasya'ya yerleştiler. Küçük yaşta Kur'an-ı Kerim'i ezberledi. Soyu Hazreti Ebu Bekir'e dayanır. Asıl adı Muhammed'dir. Babasının adı Şeyh Hamza'dır. Dedesi ise Şeyh Hacı Ali'dir. Akşemseddin Hazretleri dinî ilimler tahsilini tamamladıktan sonra Çorum-Osmancık Medresesi'ne müderris oldu. Daha sonra Hacı Bayram-ı Veli Hazretlerine intisap etti. Tarihi bilinmemekle beraber İran, Maveraünnehir ve Suriye gibi beldeleri gezip dolaştı. Kısa sürede Hacı Bayram-ı Veli Hazretleri'nden hilafet aldı. Hacı Bayram Hazretleri'ne: "Bazı dervişlere kırk yıldır halifelik vermedin de az bir zaman içinde Ak Şeyhe halifelik verdin?" diye soranlara: "Bu bir zeyrek (çok zeki) köse imiş. Her ne kim gördü ve işitti, inandı, hikmetini sonra kendi bildi. Ama bu kırk yıldan beri hizmet eden dervişler, gördüklerinin ve işittiklerinin hemen aslını ve hikmetini sorarlar" diyerek Akşemseddin Hazretleri'nin tam teslimiyetini ve itikadını takdir etmiştir. Akşemseddin Hazretleri halife olunca önce Beypazarı'na yerleşmiş, orada bir mescid ve değirmen inşa ettirmiş, sonra halkın çevresinde fazlaca toplanması üzerine, İskilip'te Evlek'e göç etmiş, oradan da Göynük'e gidip yerleşmiştir. Hacı Bayram-ı Veli Hazretleri vefatından önce: "Beni Akşemseddin yıkasın ve namazımı kıldırsın." demiştir. Etrafındaki dervişler, Akşemseddin çok uzaklarda, herhalde şeyhimiz bu sözleri "sekeratın dalgınlığı ile söyledi" diye düşünürlerken, bazıları da: "Bu sözlerin bir hikmeti olmalı" demişlerdir. O sırada da Akşemseddin Hazretleri çıkagelmiş ve şeyhinin vasiyeti üzere son görevini yerine getirmiştir. Akşemseddin Hazretleri, Göynük'ten zaman zaman o zamanki devlet merkezi Edirne'ye de giderdi. Yani kendisi Göynük'te olmakla birlikte, çok geniş bir alanda irşad faaliyetlerini sürdürürdü. Akşemseddin Hazretleri tıb ilminde de büyük bir otorite idi. Birçok hastayı yazdığı reçetelerle tedavi etmiştir. Tedavi ettiği kişiler arasında Fatih'in kızı ve Çandarlı oğlu Süleyman Paşa gibi meşhurlar da vardır. Maddetü'l-Hayat adlı eserinde: "Hastalık, insandan insana bulaşmak suretiyle geçer. Bu bulaşma gözle görülemeyecek kadar küçük canlı tohumcuklarla olur" diyerek Pastör'den asırlarca önce mikropların varlığını ortaya koymuştur. Akşemseddin Hazretleri, milletimizin hafızasında, İstanbul'un fethinde gösterdiği himmet ile haklı bir şöhrete kavuşmuştur. Fatih'in babası, Sultan II. Murad Han, bütün İslam hükümdarları gibi İstanbul'un fethi gayesi ile yanıp tutuşurken, Hacı Bayram-ı Veli Hazretleri'ne: "Bu şehrin fethi bize nasip olacak mı?" diye sormuştur. Hacı Bayram-ı Veli Hazretleri: "Fethi biz görmeyiz ama şu çocukla bizim köse görürler" diyerek Fatih'le Akşemseddin Hazretlerine işaret etmiştir. Fatih padişah olunca ilk hedeflerinden biri olarak İstanbul'un fethi işini ele almıştır. Anadolu'da birliği sağlayacak fetihlerden sonra harp meclisini toplayıp: "Bu güzel belde benim ülkemin ortasında bir küfür diyarı olarak durmaktadır. Niyetim ve arzum oranın fethidir" diyerek sefer emrini vermiştir. Pek çok geçmiş Türk-İslam hükümdarları gibi, gönül erlerinin himmetlerinden istifade etmek için devrinin meşhur evliyalarının orduya katılmalarını istemiş, bu meyanda Akşemseddin ve Akbıyık Sultan Hazretleri gibi meşhur veliler orduyu hümayuna katılmışlardır. Kuşatmanın başlamasından 54 gün geçip fetih müyesser olmayınca ve düşmana dışarıdan sürekli yardımların gelmesi devam edince ordu kumandanları ve âlimler padişahın huzuruna giderek: "Bir softanın sözü ile bu kadar asker telef oldu ve hazine çok büyük kayıplara uğradı, fetih ümidi yoktur," dediler. Bunun üzerine padişah, veziri Veliyyüddin Ahmed Paşa'yı Akşemseddin Hazretleri'ne göndererek: "Zafer mümkün olacak mı?" diye sordurdu. Akşemseddin Hazretleri: "Muhammed ümmetinden bu kadar Müslüman ve gazi kâfir kalesine yönelmiştir. İnşaallah fetholunur" diyerek kapalı ve rumuzlu bir cevap verdi. Padişah bununla yetinmeyerek daha kesin kanaat istedi. Hatta fetih gününü sordu. Akşemseddin Hazretleri murakabe haline girdi ve murakabeden çıktıktan sonra padişaha bir mektup yazdı. Bu mektupta özetle düşmana yardım gelmesinin ve fethin uzamasının kâfirleri sevindirdiği, padişahın planlarının yetersizliği ve kendi dualarının kabul olmadığı gibi ithamlara yol alan ordudaki gevşekliğin ve ümit kırıklığının müsebbiplerinin cezalandırılması gerektiği, Kur'an'dan tefe'ül ettiğinde müjdeli işaretler görüldüğü, kulun tedbir alması gerektiği, takdirin ise Allah'a ait olduğu, bu defa şimdiye kadar gelmemiş beşaretler geldiği belirtilmektedir. Mektubu alır almaz padişah harp meclisini topladı. Çandarlı Halil Paşa ve arkadaşları, düşmanın sulh teklifini kabule taraftar olurken, Zağnes ve Şihabeddin Paşalar ile Akşemseddin ve Molla Güranî gibi ilim ve hal ehli zatlar muhasarının devamından yana görüş bildirdiler. Meclisten savaşa devam kararı çıkınca, sultan ertesi sabah yeniden hücum yapıldığını bildirdi. Akşemseddin Hazretleri'nden hangi duayı okuması gerektiğini sordu. O da: "Ey fakih Ahmed diyerek himmet iste" dedi. Daha sonra fetih müyesser olunca padişah Akşemseddin Hazretleri'ne: "Fakih Ahmed de kimdi?" diye sordu. Akşemseddin Hazretleri; “Fakih Ahmed, o sırada zamanın kutbu ve tasarruf sahibi idi. Onun himmeti gerekiyordu” dedi. Âlimler aslında kutbun, Akşemseddin Hazretleri'nin kendisi olduğu, fakat tevazuundan kendisini "Fakih Ahmed" diye tanıtarak gizlediğini belirtmişlerdir. O gece Akşemseddin Hazretleri, çadırına kapandı ve yanına kimsenin sokulmamasını emretti. Padişah bir ara onu huzuruna çağırdı. Gelmeyince kendisi gitti. Çadırın kapısının kapalı olduğunu görünce hançeriyle çadırın bir kenarını yırttı ve içeride Akşemseddin Hazretleri’nin yüzünü yerlere sürerek dua ettiğini, gözyaşları ile yerleri ıslattığını gördü. Padişah karargâhına geri döndü. Ertesi gün ise zafer müyesser oldu. Bu fetihte, İslam âleminin pek çok yerindeki mana erlerinin himmeti görülmüştür. Mesela o sıralarda Türkistan'da bulunan büyük veli Ubeydullah Ahrar Hazretleri sokakta yürürken ansızın atını istemiş, ortadan kaybolup bir müddet sonra dönmüştür. Dönünce orada bulunanlara: "Türk Sultanı Muhammed Han kâfirlerle savaşıyordu. Onun yardımına gittim. Allah'ın izni ile galip geldi" demiştir. Fatih Sultan Mehmed Han şehre girerken Akşemseddin Hazretleri'ni tam yanı başında yürüttü. Böylece ona karşı gereken edebi gözetti. Halk, Fatih'in genç olması hasebiyle Akşemseddin Hazretleri'ni padişah sanıp çiçek veriyorlar, o ise Fatih'i göstererek: "Sultan odur" diyordu. Fetihten sonra Akşemseddin üç gün ortadan kayboldu. Üç gün sonra onu Edirnekapı’ya yakın bir yerde ibadet eder halde buldular. Herkes, fethin heyecanıyla coşarken, o lütuflarıyla Rabbine karşı kulluk borcunu yerine getirmeye çalışıyordu. Fethin üçüncü günü Fatih Ayasofya'yı camiye çevirdi. İlk hutbeyi Akşemseddin Hazretleri'ne okutarak fetihte gerçek söz sahibinin kim olduğunu ortaya koymak istedi. Zafer sonrası gazilere ganimetler dağıtıldı. Okmeydanı'nda bir zafer alayı düzenlendi. Akşemseddin Hazretleri ayağa kalkarak: "Ey gaziler, bilin ki, ahir zaman Peygamberimiz cümleniz hakkında "Ne güzel asker" buyurmuştur. İnşallah hepimiz Allah'ın mağfiretine kavuşmuşuzdur. Gaza malını israf etmeyip, hayır ve hasenata sarf ediniz ve padişahınıza itaat ve muhabbet ediniz" dedi. Daha sonra elindeki iki çatal sorgucu padişahın başına taktı ve: "Padişahım! Bütün Osmanoğullarının yüzsuyu oldun. Hemen Allah yolunda cihada devam et" dedi. O, bu sözleriyle gerçek sofilerin bir temsilcisi olarak, bir taraftan kitleleri irşad ederken, bir yandan nizam-ı âlem için gazaya devam mesajını vermiş ve tasavvufun kenara çekilip, sadece kendi ile meşgul olmayıp, iç ve dış dünyada mücahededen ibaret olduğunu vurgulamıştır. Fatih, İstanbul'da bulunan büyük zatların türbelerini imar emri vermiş, bu arada Akşemseddin Hazretleri'ne: "Hocam! Büyük sahabi Ebu Eyyub el-Ensarî Hazretleri'nin kabrinin surların dibinde olduğunu bir tarih kitabından okudum. Yerinin tespiti için himmet buyursanız" şeklinde ricada bulunmuştur. Akşemseddin Hazretleri: "Şu karşıki tepenin eteğinde bir nur görüyorum, orada olsa gerek" demiş ve işaret ettiği yeri kazınca: "Bu, Halid ibn Zeyd'in kabridir" yazılı bir taş bulunmuştur. Fatih oraya bir türbe, bir cami ve Akşemseddin Hazretleri'nin talebeleri için odalar yaptırmıştır. Sultan Fatih, İstanbul'un fethinden sonra zamanın mana sultanı Akşemseddin Hazretleri'nden tasavvuf terbiyesi almak istemiş, fakat o: "Sen bu yola girersen Müslümanların işleri aksar. Padişahların evliyalığı ve kerameti adaleti sağlamaktır. Padişahlıkta nice perdeler vardır. Binlerce değirmen taşını bir kişi nasıl kaldırabilir?" diyerek padişahın bütün ısrarlarına rağmen bu isteğini reddetmiştir. Hatta bu yüzden padişaha haber vermeden İstanbul'dan ayrılıp Göynük'e gittiğini söyleyenler de vardır. Akşemseddin Hazretleri'nin yedi oğlu olmuştur. Bunlar:
Sadullah,
Fazlullah,
Nurullah,
Emrullah,
Nasrullah,
Nuru'l-Hüdâ,
Hamdullah.
Bunlardan Fazlullah ve Hamdullah tasavvuf mesleğine girmiş, Sadullah ve Nasrullah dinî ilimlerde temayüz etmişlerdir. Diğer oğullan hakkında fazla bilgi yoktur. Akşemseddin Hazretleri'nin halifeleri şunlardır:
Oğlu Muhammed Fazlullah,
Hamzatü'ş-Şâmî,
Şeyh Abdürrahim,
Attar oğlu Muslihiddin İskilîbî,
İbrahim Tennûrî Hazretleri'dir.
Akşemseddin Hazretleri, 863 (m.1458–59) yılında Göynük'te vefat etmiş ve oraya defnedilmiştir. Yerine oğlu Muhammed Fazlullah postnişin olmuştur.
Eserleri:
Risâletü'n-Nûriyye,
Def-i Metâîn,
Risâle-i Zikrullah,
Risâle-i Şerh-i Ekvâl-i Hacı Bayram-ı Velî,
Telhîs-ü Def-i Metâin,
Makâmât-ı Evliya.
İlk beş eseri Arapça olup, altıncısı Türkçe'dir. Ayrıca "Nasihat Nâme-i Akşemseddin" adında bir eser ona nisbet edilir.