Mevlana Celaleddin-i Rûmî Hazretleri

Konya

(d.1207 / ö.1273)

İslam âlimlerinin ve velilerinin büyüklerindendir. 1207 yılında Horasan'ın Belh şehrinde doğdu. 1273 yılında Konya'da ve­fat etti. Asıl adı Muhammed'dir. Ünvanındaki "Mevlâ" efendi, "Mevlâna" efendimiz demektir. Hazreti Ebubekr-i Sıddık (r.a.) soyundandır. Babası Muhammed Bahaeddin-i Veled Hazretleri, devrinin büyük bir âlimi idi. Oğlu Celaleddin ile Hicaz'a, sonra Şam'a ve daha sonra da Anado­lu'ya gelip Konya'ya yerleşmiştir. Annesi Mü'mine Hatun'un Harzemşahlar ailesine mensup olduğu bildirilmektedir. Babasından, Çelebi Hüsameddin'den ve Şemseddin-i Tebrizî Hazretleri'nden ders aldı. Hicaz yolculuğunda Nişabur’da, Ferideddin-i Attar Hazretle­ri, çocuk yaşta olan Celaleddin’i işaret ederek: “Bu çocukta bir nur-i ilahî ve yaradılışında bir istidat var” diyerek küçük Celaleddin'e, meşhur ve kıymetli kitabı "Esrarnâme"nin bir nüshasını hediye etmiştir. Babası vefat edince, onun yerinde ders vermeye başladı. Çok geçmeden Konya'da ilim ve irfanı ile meşhur oldu. Tasavvuf âlimlerinin büyüklerindendir. Binlerce talebe yetiştirdi. Kalbi Allah aşkının ateşi ile yanınca bir yerde durmayıp, coşar, kendinden geçerdi. Bu hale kavuştuktan sonra, edebî değeri yüksek olan, İslam ahlakının üstünlüğünü anlatan meşhur "Mesnevî"sini yazdı. Mevlana Celaleddin-i Rumî Hazretleri, her şeyden önce olgun, âlim ve veli bir Müslüman’dır. Onun başkalarını, doğudan ve batıdan çeşitli din ve mezhepte ve meşrepte kimseleri kendine hayran bırakan merhameti, insan sevgisi, tevazu, gönül okşayıcılığı gibi üstün vasıfları, mensup olduğu yüce İslam Dini'nin yüksek ahlak telakkisinden bazı numunelerdir. Onu bunlardan başka İslam ahlakının diğer hususları da kemal derecede mevcuttur. Bunların hepsini saymak, İslamiyet'i tamam olarak anlamak ve anlatmakla mümkün olur. Mevlana Celaleddin-i Rumî Hazretleri'ni yalnız bir mütefekkir, şair, hü­manist gibi düşünmek ve öylece anlamaya çalışmak, asıl varlığı bırakıp, her­hangi bir özelliği içinde sıkışıp kalmaya benzer. Bu ise en azından Mevlana Hazretleri'ni çok eksik ve yarım anlamaya sebep olabilir. Nitekim Hazreti Mevlana'yı, sözlerini, yolunu anlamanın anahtarını kendisi bir rubaisinde şöyle dile getirmektedir:

Ben sağ olduğum müddetçe Kur'an'ın kölesiyim.

Ben Muhammed muhtarım (s.a. v.) yolunun tozuyum.

Benim sözümden bundan başkasını kim naklederse,

Ben ondan da bizarım, o sözlerden de bizarım.

Mevlana Celaleddin-i Rumî Hazretleri, tasavvuf deryasına dalmış bir Hakk aşığıdır. İlmi, teşbihleri, sözleri ve öğütleri bu deryadan açılan hikmet damlalarıdır. O bir tarikat kurucusu değildir. Yeni usuller ve ibadet şekilleri ih­das etmemiştir. Ney, rebab, tanbur gibi çeşitli çalgı aletleri çalınarak yapılan törenler ve ayinler, daha sonraları ortaya çıkmıştır. Onun Mesnevisi'nde geçen "Ney" kelimesi bazı edebiyatçılar tarafından zamanımızda da bir çalgı aleti olan ney şeklinde düşünüldüğü için, yanlış olarak kendisinin durmadan ney ça­lan ve musiki aletlerini dinleyerek vaktini geçiren bir kimse olduğu intibaını vermektedir. Bu ise yanlıştır. Mevlana Hazretleri, kırk yedi binden fazla beyti ile dünyaya nur saçan "Mesnevî"sine, her memlekette birçok dillerde şerhler açıklamalar yapılmıştır. Bunların en kıymetlisi, Molla Cami'nin kitabı olup, bunun da birçok şerhi var­dır. Mesnevi'nin Türkçe şerhlerinden Ankara valisi Abidin Paşa'nın şerhi çok kıymetlidir. Abidin Paşa bu şerhine, Ney'in, kâmil insan olduğunu dokuz türlü ispat etmiştir. Ney'in üç manası daha vardır:

İslam Dini'nde yetişen kâmil, yüksek insan demektir.

Farsçada "Yok" anlamına gelir.

Kamış kalem demektir. Bundan da ilim ve insan-ı kâmil kastedilmiştir.

Mevlevîlik, sonraları, din bilgisi olmayan cahillerin eline düştüğü için aslından uzak bir mecraya kaydırılmış ve bu gün de İslam'ın özünden kopmuş bir halde sergilenmektedir. Mevlana Celaleddin-i Rumî Hazretleri'ni, bir Allah dostu olmanın dışında değerlendirmek en azından o büyük velinin hatırasına ve ruhuna saygısızlıktır. Yukarda geçen rubaisinde, sanki sonradan hakkında uy­durulanları görmüş ve kimlerden bîzar olduğunu açıkça haykırmıştır. Mevlana Hazretleri, ezan sesini duyduğu zaman ya hemen dizleri üzerine oturur veya ayağa kalkarak, ezan bitinceye kadar o vaziyetini hiç bozmazdı. Büyük âlim ve veli Abdullah Dehlevi Hazretleri: "Üç kitabın eşi yoktur. Bunlar Kur'an-ı Kerim, Buhari Şerif ve Mesnevi'dir" buyurdu. Yani evliyalık yolunun kemalâtını bildiren kitapların en üstü­nü Mesnevî’dir. Mesnevî-i Şerifte kırk yedi bin beyit bulunmaktadır. Mevlana Hazretleri'nin Divan-ı Kebir, Fîh-i Mâfih, Mektubât ve Mecâlis-i Seb'a gibi başka kıymetli eserleri vardır. Bunlardan Divan-ı Kebir'de otuz bin beyit bulunmaktadır. Mevlana Celaleddin-i Rumî Hazretleri hakkında birçok menkıbe nakledilmiştir. Bunlardan bazıları teberrüken aşağıya alınmıştır. Yakınlarından Şemseddin Attar anlatıyor:

"Mevlana Hazretleri bir gün camide vaaz ederken, konu Hızır ile Musa Aleyhimesselam kıssalarına gelmişti. Bu kıssayı öyle fesahat ve belagatla anlatıyordu ki, herkes nefesini kesip, can kulağı ile dinliyordu. Benim yanımda bir şahıs başını önüne eğmiş bir şeyler mırıldanıyordu. Kulak verdim, dedikle­rini anladım: "Sanki yanımızdaydın. Sanki üçüncümüz sendin" diyordu. Bunun Hızır Aleyhisselam olduğunu anladım. Yanına sokuldum: "Anladım, sen Hızır'sın. Ne olur, bana ihsanda bulun" dedim. Cevap ola­rak: "Burada hazır Mevlana varken, benim sana ihsanda bulunmam deniz ya­nında teyemmüm gibi olur. Senin bütün müşküllerini o halleder" dedi. Hemen gözden kayboldu. Ben bu hali anlatmak için Mevlana Hazretleri'nin yanına gittiğimde, ben daha söze başlamadan: "Ey Attar! Hızır Aleyhisselam'ın sözleri doğrudur" diyerek benim sözü­mü kesti."

Bir başka menkıbe de şöyledir:

"Mevlana Hazretleri, Allahü Teala'nın yarattığı bütün mahlûkata karşı çok merhametli idi. Bir gün Nefısüddîn Sivasî'ye bir kuruş verip ekmek aldırdı. Ekmeği alıp bir viraneye gitti. Nefisüddin de onu gizlice takip etti. Sonunda Mevlana Hazretleri'nin o ekmeği, yeni yavrulamış bir köpeğe kendi eliyle ye­dirdiğini gördü. Mevlana Hazretleri, dönüşünde Nefisüddin'in kendisini takip ettiğini anlayıp: "Bu hayvan yedi gündür açtır. Yavrularına şefkatle bakmış ve hiç yanla­rından ayrılmamıştır. Rasulüllah Efendimiz (s.a.v.) bir hadis-i şeriflerinde: "Merhametlilerin en büyüğü olan Allahü Teala, kullarından merhametli olanlara merhamet eder. Ey ümmet ve ashabım! Siz de onun yarattıklarına merhamet ediniz ki, size de sema ehli merhamet etsin" buyurdu. Nefisüddin bu sözler üzerine ağlayarak Mevlana Hazretleri'nin ellerini öptü. "Hayvanlara bile bu kadar merhametli olan siz tabiatıyla ahbap ve dost­larınıza da merhamet edersiniz" dedi. Bunun üzerine Mevlana Hazretleri: "Evliyaullahın merhametleri pek çoktur. Bütün mahlûkata ve ahbaplarına da şüphesiz merhamet ederler" buyurdu.

Bir menkıbe de şöyledir:

"Selçuklu Sultanı Rükneddin, Mevlana Hazretleri'ne beş kese altın gön­derip kabul etmesini istedi. Talebelerinden Mecdüddîn, Mevlana Hazretleri'ne altınları arz edince: "Beni gerçekten seviyorsanız, bu altınları dışarıdaki çamurun içine atın" buyurdu. Mecdüddin ve yanındakiler bu emri derhal yerine getirdiler. Dünyaya kıymet veren bazı kimseler, bu altınları almak için çamurun içinde aramaya başladılar. Fakat üstleri başlan ve yüzleri çamurdan görünmez hale geldi. Mevlana Hazretleri, talebelerine onların bu durumunu göstererek: "Bu altınlar, şu gördüğünüz dünya ehlinin üstünü başını batırdığı gibi, ahiret ehli olanların da kalbini karartır, kirletir. Çeşitli günahlara sevk edip, ibadetlerden alıkoyar. Bu sözlerimi yanlış anlamayınız. Dünya için çalışmayınız, demek istemiyorum. Dünya malının muhabbetini kalbinize koymayınız diyo­rum. Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya, yarın ölecekmiş gibi de ahirete çalışmak lazım geldiğini herkes bilir. Burada dikkat edilecek nokta, hırs ve tama' yap­madan kanaat üzere bulunmaktır. Dünyada, ahiret saadeti için çalışmalı, ka­zanmalı, niyeti düzeltmelidir. Çünkü İslamiyet, insanlara faydalı olmayı emre­der. En büyük saadet, en büyük sermaye, helalinden kazanıp, hayır ve hasenat yaparak ahirete göndermektir. Buna rağmen asıl sermaye, mal, mülk, para sa­hibi olmak değil, ilim, amel, ihlâs ve güzel ahlak sahibi olmaktır" buyurdu."

Bir menkıbe de şöyledir:

"Bedreddin Tirmizî adında bir kişi "Simya" ile uğraşırdı. Mevlana Hazretleri'nin adını duyarak Konya'ya ziyaretine geldi. Önce oğlu Sultan Veled'e uğrayarak, yapacağı altınlardan her gün bir dirhemini Mevlana Hazretleri'nin talebelerine vereceğini vaat eyledi. Bu haberi Mevlana Hazretleri'ne ulaştırdı­lar. Fakat o hiç cevap vermedi. Birkaç gün sonra Bedreddin'in çalıştığı yere gitti. Bedreddin, Simya ile uğraşarak altın yapmaya çalışıyordu. Mevlana Haz­retleri'nin geldiğini görünce, ayağa kalkarak hürmette bulundu. Mevlana Hazretleri, oradaki demirden, bakırdan ve diğer madenlerden yapılmış eşyaları teker teker alıp Bedreddin'e vermeye başladı. Bedreddin, her eline geçen eşyanın en yüksek ayarda, som altından yapılmış olduğunu hayretle gördü. Mevlana Hazretleri, Bedreddin'in şaşkın bir halde kendisine baktığını görünce: "Ey Bedreddin! Sen simya ile uğraşmayı bırak. Çünkü sen ahirete gidin­ce, simya dünyada kalacaktır. Sen öyle bir simya ile uğraş ki seninle beraber o da ahirete gitsin. İşte o da din ilmidir. Bu kalpten masivayı, Allahü Teala'dan başka her şeyin sevgisini çıkarıp, O'nun beğendiği şeyleri kalbe doldurmakla olur" buyurdu.

Mevlana Hazretleri ile ilgili bir menkıbe daha:

Mevlana Hazretleri'nin, Celaleddin adında bir talebesi vardı. Ticaretle uğraşır, at alıp at satardı. Bu talebesi şöyle anlatıyor:

"Bir gün Mevlana Hazretleri sarığını sarıp, giyinmiş olduğu halde, bana bir at hazırlamamı emretti. Ben, atların içinden en güçlüsünü eyerlemek için huzurundan ayrıldım. Fakat at huysuzluk yaptığından, bir türlü eyerleyemiyordum. Yanıma iki kişi daha alıp, atı zorla eyerledik. Buna rağmen at hâlâ huysuzluk yapıyordu. O haliyle Mevlana Hazretleri'nin bulunduğu yere getirip, atın hazırlandığını bildirdik. Mevlana Hazretleri dışarı çıkar çıkmaz at sakinleşti. Daha önceki huysuzluğu kalmadı. Mevlana Hazretleri ata binip kıble istikametinde yola çıktı. Ancak akşama doğru, ter içinde, toza gark olmuş bir vaziyette döndü. At oldukça zayıflamış görünüyordu. Cesaret edip bir şey so­ramadık. Ertesi gün yine bir at hazırlamamı emretti. Başka bir atı eyerleyip getirdik. Bir evvelki gün gibi gitti, akşama doğru geldi. Üçüncü gün de aynı şekilde gitti. Akşama doğru geldiğinde: "Elhamdülillah! Ey cemaat! Müjdeler olsun ki o kâfir cehennemin dibini boyladı" dedi. Biz edebimizden yine bir şey soramadık. Aradan birkaç gün geçmişti. Şam tarafından bir kafile gelip, o taraflarda, Müslümanlarla Moğol­lar'ın yaptığı savaşı anlattılar. Dediler ki: "Düşman askeri oldukça çoktu. Müslümanlar mağlup olmak üzere idiler. Son üç günde, Mevlana Hazretleri, bir atın üzerinde olduğu halde savaş alanın­da göründü. En ön safta "Allah Allah" nidalarıyla düşmana hücum edip önüne geleni bir vuruşta ikiye bölüyordu. Müslümanlar, Mevlana Hazretleri'nin akıl almaz hallerini ve yardımını görünce, bozulan moralleri düzeldi. Ardı ardına yap­tıkları hücumlarla düşmanı geriye püskürttüler. Mevlana Hazretleri, düşman komutanını öldürünce, kâfirler kaçmaya başladılar." Ben bu haberi işitince, doğruca hocam Mevlana'nın yanına varıp huzuru­na çıktım. Beni görünce: "Müslüman askerlere yardım edilmiş ve zafere kavuşmalarına sebep olunmuştur. Ey Celaleddin! Bize can u gönülden hizmet edenler dünya ve ahirette gam ve kederden kurtulur" buyurdu.

Mevlana Hazretleri’yle ilgili bir başka menkıbe de şöyle anlatılmıştır:

"Mevlana Hazretleri'nin talebelerinden biri, hac görevini yerine getirmek üzere Hicaz'a gitti. O Hicaz'da iken, evinde hanımı, Arife gecesi bir tepsi hel­va yapıp, Mevlana Hazretleri'nin talebelerine gönderdi. Mevlana Hazretleri, helvayı kabul edip, orada bulunan bütün talebelerine kendi eliyle taksim etti. Herkes hissesine düşeni aldığı halde, tepsiden hiçbir şey eksilmedi. Alanlar tekrar aldılar, doyuncaya kadar yediler, yine eksilmedi. Bunun üzerine helva dolu tepsiyi Mevlana Hazretleri mübarek eline alıp: "Bu tepsiyi sahibine göndereyim" diyerek dışarı çıktı. İçeri girdiğinde elinde tepsi yoktu. Ertesi gün helvayı getiren kadın, tepsisini medresenin mutfa­ğında arattı, ancak bulamadı. Bunun için Mevlana Hazretleri'ni de rahatsız et­medi. Aradan günler geçti. Hacca gidenler dönmeye başladılar. Bu hanımın da beyi Kâbe’den dönüp Konya'ya geldiğinde, o tepsi, eşyalarının arasından çıktı. Kadın tepsiyi görür görmez tanıyıp, hayretinden donakaldı. Beyine: "Ben Arife gecesi bu tepsi ile helva yapıp Mevlana Hazretleri'nin tale­belerinin yemesi için göndermiştim. Tepsiyi ertesi günü arattığım halde bula­madım. Ne oldu da bu tepsi senin eline geçti?" deyince, şaşırma sırası hacı efendiye geldi. O da: "Arife gecesi oturup hacı arkadaşlarımla sohbet ediyorduk. Bir ara çadı­rın kapısından bir el bu tepsiyi uzattı. Biz de tepsiyi aldık, elin sahibini araştırmak da aklımıza gelmedi. Helvayı yedikten sonra tepsiyi tanıdım. Kimseye vermeyip eşyaların arasına koydum. Başka bir şey bilmiyorum" dedi. Bunun, Mevlana Hazretleri'nin bir kerameti olduğunu anlayınca, ona olan bağlılıkları daha da arttı."

Bu da bir başka menkıbe:

"Mevlana Hazretleri'ni sevenlerden bir kimse, Mısır'a ticaret için gitme­ye hazırlandı. Akrabası gitmemesi için çok zorladı ise de dinlemedi ve kara­rından vazgeçmedi. Bunun üzerine yakınları, durumu Mevlana Hazretleri'ne bildirip, gitmemesini istirham ettiler. Mevlana Hazretleri de: "Gitme" dedi. Ancak o kimse dinlemeyip gizlice yola çıktı. Gemi ile yol­culuk yaparken, bir küffar gemisi bu gencin içinde bulunduğu bu gemiye sal­dırdı. Pek çok yolcu ile birlikte bu genci de esir aldılar. Memleketlerine götü­rüp çeşitli yerlerde çalıştırdılar. Genç, başına gelen felaketlerin sebebini, Allahü Teala'nın sevdiği bir kulun sözünü dinlememekten ileri geldiğini anla­yıp, çok pişman olup, tevbe ve istiğfarda bulundu. Bu şekilde kırk gün devam etti. Kırk birinci gün rüyasında Mevlana Hazretleri'ni gördü. Ona: ''Yarın senden bazı şeyler soracaklar. Ne sorarlarsa biliyorum de" diye tembih etti. Bir hastalıkla ilgili bir de ilaç tarif etti. Genç uyandığında sevince gark olup, sabahı iple çekti. Sabahleyin yanına gelenler kendisine: "Doktorlukla ilgili bir bilgin var mı?" diye sordular. Genç de: "Evet, var" deyince, genci alıp o yerin hükümdarına götürdüler. Meğer o yerin hükümdarı hasta imiş. Hiçbir doktor derdine çare bulamamış. Hükümdar da hastalıktan kurtulamamış. Bu genç hasta hükümdarı görünce: "Bana şu şu meyvelerden şu kadar, şu şu otlardan da su kadar getirin" dedi. Kısa zamanda istenenleri bulup getirdiler. Genç, hepsini güzelce harman edip öğütüp karıştırdı ve macun haline getirerek hastaya yedirdi. Hasta, Allahü Teala'nın izni ile bir anda şifa buldu. Hükümdar, bu hastalıktan ümidini kesmiş iken birden şifaya kavuşunca,