Tasavvufun Tarihi Gelişim Seyri

2017-12-19

Tasavvuf ilmi, İslam âlimleri içerisinde müstesna bir yer işgal eder. İslamiyet'le birlikte ortaya çıkan her dinî ilim gibi, tasavvuf ilmi de İslamiyet'le birlikte "İslam Tasavvufu" olarak ortaya çıkmış, zamanla dal budak halinde genişleyerek yayılmış ve hepsi öze bağlı kollara ve yollara ayrılmıştır. Maddî ilimlerin insandaki merkezi beyin olduğu halde, tasavvuf ilminin merkezi de kalptir. İslam İlimleri Tarihi'nden anlaşıldığına göre, İslam'ın ilk devirlerinde şeriatın hükümleri yazılı değildi. İlk önceleri ilmî bir şekilde tasnif edilmemiştir. Bu hükümlerin itikat, ibadet ve muamelata (beşerî hukuka) ait olanları hatırlarda tutuluyor ve ezberleniyordu. Fakat çok geçmeden din işleri ile onlara ait şer'i hükümler, bir ilmî metot dairesinde toplanmış, tedvin işinin başlangıcı üzerine, ilim adamları önce amelî ilimle, yani zahirî hükümlerle ilgili olan şeriat ilmi ile meşgul olmuşlardır. Bu yüzden fakihler fıkıh ile usulü fıkıh hakkında eserler ve risaleler yazmışlar, sonra kelam ilmi ile ilgilenmişler ve onun meselelerine dair eserler telif eylemişler, hülasa Kur'an-ı Kerim ve hadis-i şerif ile bağlı olan ilimlere önem vermişlerdir. Bütün bunların etrafında dönüp dolaşan meseleler, dinin esasları ile şeriatın hükümleri idi. Fakat bu ilmî durumu ele alanlar yalnız fakihler değildiler. Mutasavvıflar da şer'i hükümlerin fıkıh gibi dış yüzü ile değil, iç yüzüne ilgi duyarak aynı şekilde hareket etmişlerdir. Fakihlerin telif ettikleri eserlere, söyledikleri sözlere ve tuttukları mezheplere kendi riyazetlerini, ruhanî hayatlarını, kalbi tezkiye ve ruhu tasfiyeyi, hâsılı dinî bütünleştirmeyi gözeten hallerini tanzim eden bir ilme muhtaç olduklarını anlamışlar, bu yüzden zahitlerin zahitliği, abidlerin ibadeti, fakirlerin fakirliği gibi amelle ilgili esaslara dayanarak İslam'ın Ruhanî Hayatı ilmî mahiyet almışlardır. Bunun sonunda kendine göre metodu, meslek ve meşrebi, mevzuatı ve kaideleri, ıstılahları ve mezhepleri bulunan Tasavvuf İlmi meydana gelmişti. Bu ilmin ehilleri Mutasavvıflardı. Bu yolda söz söyleme onların hakkı idi. Mutasavvıfların tasavvuf ilmini tedvine başlamaları ile İslamî ilimlerin dağılma alanı çok genişlemiş ve ortaya şeriata bağlı iki ana ilim kolu ortaya çıkmıştır.

Bunlar:

  • Zahir ilimleri
  • Batın ilimleri

Her iki ana kol da şeriata dayalı idi. Şer'i ilimlerden zahir ilimleri itikat, ibadet ve muameleden bahsederken, batın ilimleri de murakabe, riyazet, mücahede, hal ve makam gibi esasları içermekteydi. Zahir İlimlerini fakihlerle müftüler yayarken, batın ilimlerini de tasavvuf âlimleri, mürşitler yaymakta idiler. İslam'ın ilk çağlarında fakihler kitaplar yazarak Kur'an-ı Kerim ve hadis-i şeriflerden çıkardıkları hükümleri bir bir kaydetmişler, tasavvuf âlimleri de yine eserler yazarak yaşadıkları vecdleri ve keşfettikleri hakikatleri bir bir kaydetmişlerdi. Fakat fakihlerin fıkhı ile mutasavvıfların tasavvufu birbirlerinden ayrı idi. Ayrılığın sebebi, fıkhın ibadetlere, adetlere ve muamelelere ait zahir hükümleri ile meşgul olması, yani insanın dış hayatını düzenleyen ilim olmasına karşılık, tasavvufun ruhu tasfiye ve terbiye etmek, kalbi heyecanlandırmak, hâsılı insanın içyüzünü düzenleme ilmi olmasıdır. İslam'ın meydana getirdiği bu zahir ve batın ilimleri ile ortaya çıkan iki ana koldan zahir ilmi, insanın ibadet için nasıl temizleneceğini, namazı nasıl kılacağını, oruç, hac ve diğer kulluk hizmetlerinin nelerden ibaret olduğunu, nasıl meydana geldiğini ve nasıl eda edileceklerini, muamelatta hangi esaslara uyulacağını, ticaret hayatını, diğer hukukî meselelerin neler olup nasıl tatbik edileceğini anlatıyor. Kalp ve ruh ile ilgili bulunan manevî ilim ise kalp ve ruhun meseleleri ile ilgileniyor, batın işleri ile meşgul oluyor, onların mahiyetlerini anlatıyor, kemale ermenin yolunu gösteriyordu. Bunun içindir ki, mutasavvıflar kendilerini hakikat erbabı saymış ve diğerlerini zahir erbabı, rüsum uleması olarak tanımışlardı. Böylece tasavvuf konusu, metodu ve hedefi olan bir ilim olarak belirmiş ve mutasavvıflar onun özelliklerini ortaya koyan eserler vermişlerdir. İlk önce Muhasibi, "Vesâyâ"yı, "Râiye"yi ve "Muhabbet Üzerinde Bir Fasıl"ı; Kalebâzî, "et-Teârüf li Mezheb-i Ehli Tasavvuf"u; Tûsî, "el-Lümâ"yu; Ebu Talib Mekkî, "Kut el-Kulûb"ü, Kuşeyri, "er-Risâle"yi yazmış ve yaymışlardır. Bu eserlerin içeriğinde nefsi hesaba çekmek ve terbiye etmek gibi tek konu üzerinde eserler verenlerin yanında birçok konu içeren eserleri yazıp yayan tasavvuf âlimleri de bulunuyordu. İmam-ı Gazali devrine kadar zahir âlimler ile batın âlimleri arasında her zaman bir açıklık bulunmuş, bu açıklık bazen karşılıklı ve düşmanca hücumlara kadar vardırılmıştır. Tarih bunun çeşitli örneklerini vermektedir. Sonunda Ebu Hamid Muhammed Gazali Hazretleri gelip bir ilim abidesi olan "İhya-i Ulûmüd-Din" adlı ölmez eserini yazarak, tasavvuf yolunun bütün edep ve erkânını anlatmış, ıstılahlarını ve işaretlerini izah etmiştir. Böylece tasavvuf bir ibadet yolu olarak kalmayıp muntazam bir ilim mahiyetini almış, önceleri bir ilim tefsir, hadis, fıkıh, usul ve kelam çerçevesi içinde hapsedilmiş şekilde kaldığı halde, bu gelişmeden sonra müstakil varlığını ortaya koymuş ve istiklalini tanıtmıştır. Tasavvuf âlimlerinin ilmi, fıkıh âlimlerininkinden ayrı olduğu için mutasavvıflar, fakihleri zahir ehli sayarak onların ilimlerine fazla değer vermemekle birlikte, onların bilgilerinden faydalanmaktan da geri durmamışlardır. Bundan dolayı Sühreverdî, "Avârif el-Maarif" adlı eserinde tasavvuf ilimlerinin doğuşunu, mutasavvıfların takva esaslarını gönüllerine yerleştirmelerine ve dünyanın gelip geçici olan alâyişlerinden yüz çevirmelerine atfederek "İlim çağlayanlarının çağladığı, onların nakle ve akla dayanan her ilimden nasip aldıklarını, ibadetlere dair zahirdeki hükümleri öğrenerek bunlarla amel ettiklerini. Sonra diğer din âlimlerinden ayrılarak, kendilerine mahsus bir ilim ile temayüz edip yükselme gösterdiklerini, bu ilmin "Vuslat İlmi", yani "Tasavvuf İlmi" olduğunu, dinin kaidelerini ve esaslarını araştırmada derinleşerek, dinin gerçek manasını anlayan zahid ve muttaki âlimlerin bu manaya erdiklerini ve bununla tam itikat ve teslimiyete kavuştuklarını, esasen dinin de insanın Rabbine tam bir itikat içinde yaşamak olduğunu" anlatmaktadır. Özet olarak söylemek gerekirse: Tasavvuf ilimleri temelde akla ve nakle dayanan ilimlerden meydana gelmiştir. Kaymak nasıl ki yalnız sütten çıkarılırsa, tasavvuf ilimleri de aynen şeriat ilimlerinin kaymağı olan Kitap ve Sünnet'ten alınmıştır. Bütün bu ifadelerden sonra varılacak sonuç şu olmaktadır: Tasavvuf ilimleri, ilk mertebede "İlmel yakın" mertebesindeki diğer müspet ilimlerle birleşik durumdadır. Bu mertebenin hükmü, her şeyi görüp, görüldüğü şekilde değerlendirmektir. Tasavvuf ilminin yükseldiği bu mertebeden başka iki mertebesi daha vardır. Onlar da: Aynel yakın mertebesi. Hakkal yakın mertebesi. Bunlardan aynel yakin mertebesi, müşahede (bizzat görerek ulaşılan) mertebesidir. Hakkal yakin mertebesi de kulun Hak ile hak olması, yani Yüce Allah'ın ilahî varlığında fena bulması, daha sonra Beka'ya ermesi, bu hali ilim olarak ve aynı halle hallenerek yaşamasıdır. Buraya kadar ifade edilenlerden tasavvufun, batın ilmi ve ibadet yolu olmak dolayısı ile şer'i hükümleri, ruhî manaları ve kalpler üzerindeki tesiri ile telakki ettiğini ve bu bakımdan ibadetleri ve muameleleri dış yüzü ve dış şekilleri ile anlatan fıkıhtan ayrıldığını söylemek mümkünse de tasavvufun bir başka cephesi daha bulunmaktadır. O da yakine dayanan marifeti ve bahtiyarlığı araştırarak tasavvuf yolu ile bulmaktır. Bunun içindir ki, "Tasavvuf, marifete erdiren ve bahtiyarlığa kavuşturan yol" sayılmıştır. Böylece kelamcıların (İslam feylesoflarının) yolunun karşısında, onun zıddı olan bir yol tutmuştur.